Sevgili okurlar; Bodrum gündemi bu aralar çok hareketli. Bu gündemden bir süreliğine sıyrılalım ve bambaşka bir konu üzerinde sohbet edelim istedim. Konumuz; “Alem”.
Çevrenize şöyle bir bakın. Kimbilir kaç “âlemci” göreceksiniz.. Hepsi de “keyif adamı” diye adlandırılan ve yaşamın anlamını imbiklerden süzülen sıvıların gölgesinde bulabilmiş dervişlerdir.
Müziğin tütsülenmiş çığlıklarını meze yaparlar gecenin en koyu sohbetlerine.
Velhasıl gönül dostlarıdır âlemciler. Hep koca koca sevdalar işlidir yürek motiflerinde.. Ve “âlemci” deyince hep bunlar gelir aklımıza..
Bizim bugün sohbetimize konu olan alemciler ise, bir başka türlü.
Yüreğinin sesini elleriyle işler nakış inceliğinde. Bazen bir galvaniz, bazen bakır bir aşkla meşk eder sabahlara kadar.
Tanrının katına ulaşma gayreti içindeki seslenişin semaya en yakın olan yeridir “alem”..
Türk Dil Kurumunun Sözlüğüne göre; “Minare, kubbe, sancak direği gibi yüksek şeylerin tepesinde bulunan, madenden yapılmış ay yıldız veya lale biçiminde süs” olarak tanımlanmıştır.
Bakar mısınız ? Bir süs, bir sanat..! Bir çoğumuzun dikkatini çekmemiştir o gökyüzüne uzanan zerafet.
Hatta çoğumuz içinden; “Ne gerek var, insanların ayrıntılarını göremeyeceği kadar yüksekteki bir metale böylesi anlamlar yüklemek ?” diye geçirir. Ama inanç sistemlerinde her şeyin bir anlamı vardır esasında.
Örneğin sabah ezanı “Saba” makamında okunur. Öğlen “Rast” ya da “Uşşak”tır. İkindi ezanı bazen “Rast”, bazen “Uşşak”, bazen de “Hicaz” olabilir. Akşam ezanı ise “Segah” geçilir. Yatsı başlı başına bir “Suzinak” şaheseri olmalıdır.
Şimdi tekrar düşünün yontu taş üstüne yerleştirilmiş bir metalden beklenen “lirik” tavrın ne demek olduğunu.
Her bir makamda farklı bir edayla gökyüzüne çıkan ezanın minarelerin alemlerini terk ederken çizdiği melodiye bir daha dikkat edin.
Bu “Alemleri” yapan insan sayısı bir elin parmaklarını geçmez artık Türkiye’de.
Ben 2000’li yılların başında, birini tanımıştım. Tanıdığımda 73 yaşında koca bir çınardı Ahmet AKBALIŞ. Bir süre sonra öğrendim ki onu da kaybetmişiz. Ahmet amcanın ellerinden ve gözlerinden çıkan nur, o hiç kafamızı kaldırıp bakmadığımız minarelerin tepesinde yaşamakta hala.
128 yıllık bir sanat öyküsünün son mohikanlardan idi.
Bu aralar yitirdiğimiz değerleri duydukça efkarlanıyorum.
Cem KARACA’yı ölmeden 10 gün önce, boğazda bir lokantada dinlemiştim. O küçücük kalmış adam öylesine mağrur, öylesine somut ve öylesine sevdalıydı ki. Barış MANÇO’yu anmıştık birlikte ve onun sesinden sitem ettik bugünün “yoz starlarına”.
Bana sorarsanız Cem Karaca da, Zeki Müren de, Barış Manço da, Necip Fazıl da, Nazım Hikmet de, Hafız Burhan da hepsi alemciydi aslında aynı Ahmet Amca gibi.
Her birinin ilmik ilmik sevda işlenmişti yüreklerine. Belki onları yitirdik ama gelin yitirmediklerimizle öğünelim ve “alemi bilen” olalım.
Tam akşam güneşini Çatalada’dan uğurlamak üzere “Alemlere” dalmıştım ki, bizim Zalimcan çöktü yanıma. Dedikodu heybesi dolmuş tabi.
Bodrum’daki “Arama Kurtarma Faaliyetleri”, sosyal medyada dinmek bilmeyen Belediye Başkanı linçleri, yaşanan sorunların kimin sorumluluğunda olduğuna yönelik tartışmalar falan derken bütün gecemi doldurdu.
Neyse zor attım kendimi gece yarısı evime. Aklımdan da geçirmedim değil şöyle bir “Alemlere” aksam mı diye ama sonra “Alem” ne der diye çekindim ve sığındım gecenin koynuna…
Kalın sağlıcakla…