arena haber arena bodrum haber arena bodrum gazetesi bodrum haber bodrum haberleri bodrum gazeteleri bodrum yerel haber bodrum güncel haber bodrum gündemi bodrum haber siteleri bodrum kent haberleri bodrum sağlık bodrum eğitim bodrum asayiş bodrumspor bodrum güncel bodrum yerel gazeteleri bodrum belediyesi bodrum kaymakamlık bodrum devlet hastanesi bodrum kültür sanat haberleri bodrum ekonomi bodrum turizm bodrum gazeteleri
DOLAR
34,5311
EURO
36,1862
ALTIN
2.964,56
BIST
9.367,77
Bodrum Adana Adıyaman Afyon Ağrı Aksaray Amasya Ankara Antalya Ardahan Artvin Aydın Balıkesir Bartın Batman Bayburt Bilecik Bingöl Bitlis Bolu Burdur Bursa Çanakkale Çankırı Çorum Denizli Diyarbakır Düzce Edirne Elazığ Erzincan Erzurum Eskişehir Gaziantep Giresun Gümüşhane Hakkari Hatay Iğdır Isparta İstanbul İzmir K.Maraş Karabük Karaman Kars Kastamonu Kayseri Kırıkkale Kırklareli Kırşehir Kilis Kocaeli Konya Kütahya Malatya Manisa Mardin Mersin Muğla Muş Nevşehir Niğde Ordu Osmaniye Rize Sakarya Samsun Siirt Sinop Sivas Şanlıurfa Şırnak Tekirdağ Tokat Trabzon Tunceli Uşak Van Yalova Yozgat Zonguldak
Bodrum
Hafif Yağmurlu
16°C
Bodrum
16°C
Hafif Yağmurlu
Cuma Yağmurlu
14°C
Cumartesi Parçalı Bulutlu
6°C
Pazar Açık
8°C
Pazartesi Parçalı Bulutlu
12°C

Dr. Murat Özyaba yazdı..”İki Arada Bir Derede”

Osmanlı’da Belediye teşkilatı kurulduktan sonra 1864 yılında İstanbul’da Hocapaşa’da çıkan büyük ölçekli bir yangın, imar konusunda ciddi mevzuat oluşturmayı zorunlu kılmıştı.

“Turuk ve Ebniye Nizamnamesi” (Yollar ve Yapılar Kanunu) bu büyük felaketten sonra oluşturuldu. Sonrasında ise (1876) “Vilayet Belediye Kanunu” ile belediyelere imar işlerinin düzen altına alınması, yol/kaldırım/lağım gibi tesislerin bakım ve yapımı, şehrin düzenlenmesi için istimlak yapılması, su işlerinin çözümlenmesi, aydınlık ve temizlik işlerinin görülmesi gibi görevler verildi.

Dikkat ederseniz insanca yaşamanın gereği olan bu tür kamu düzenlemeleri, bundan tam 147 yıl önce belediyelere verilmiş. Biz bunca yıl sonra hala belediyelerin yetkisinin ne olduğunu konuşuyoruz. İlginç değil mi?

1882 yılına gelince Ebniye Kanunu (ilk İmar Kanunu) ile imar planlarının belediyelerce yapılıp, açılacak yolların ve bina yapılacak yerlerin halka gösterilmesi, ayrıca genişletilecek yollarda, üzerinde bina bulunmayan arazi ya da bostan gibi yerleri imara açmak isteyenlerin bu arazide bir okul, bir karakol yerini bedelsiz olarak belediyeye vermesi zorunluluğu getirilmişti.

Arazisini imara açacak olanlardan lağım yapması ve açılacak yolların kaldırım masraflarına katılmasının şart koşulduğu bu dönemden anlıyoruz ki, o tarihlerde Osmanlı kentlerinde imar spekülasyonu başlamış.

Osmanlı Türk toplumunun yaşam felsefesini belirleyen en önemli etmenler din ve kurumsal yapıdır. Osmanlı, devlet olarak örgütlenmiş ama sivil örgütlenmeyi dini cemaatlere bırakmıştır. Dönemin İslami Tasavvuf ahlakı kendi iç alemine açık ama ekonomik faaliyete, eşyaya ve maddeye kapalıdır.

Osmanlı’da aile mahremiyeti kutsaldır. Kadının büyük ölçüde eve bağımlılığı, ev dışı toplumsal yaşama katılmaması nedeniyle günlük hayattaki açık alan gereksinimi bahçe ve/veya avlu ile karşılanmıştır.

Mahallenin sosyal ilişkilerine karşı olan duyarlılık dışında kente karşı takınılan duyarsız tavır nedeniyle meydanlar, geniş caddeler gibi kamusal mekanlara ihtiyaç duyulmamıştır.

Osmanlı devlet teşkilatında kentlerin sorunlarını topluca ele alan şehirciliğe ilişkin bir örgütlenme 1870’li yıllara kadar olmamış, kentsel servisler (cami, okul, han, hastane, imaret, çeşme, köprü, mezarlık vb.) dinsel ve ekonomik temelli vakıflar aracılığı ile sağlanmıştır. Meydan ve caddelerin düzenlenmesi, kamusal binaların yer seçimi ve büyüklüklerinin belirlenmesi, su, kanalizasyon ve temizlik işleri gibi konulara kent ölçüsünde eğilme fikri gelişmemiştir.

Tüm bunların en önemli gerekçesi Osmanlı’nın hukukunun ikili bir yapıya sahip olmasıdır. “İslam Hukuku” (şeriat) ve ona bağlı olması gereken “Örf Hukuku”. Şeriatta yorum kapıları 9. yüzyıldan sonra kapatıldığı için gerekli yasal düzenlemeler örf hukukunun kapsamına alınmıştı.

14. ve 17. Yüzyıllar arasında örf hukuku genişleyerek kamu hukukuna dönüşmüş ve şeriat hukuku yalnızca bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen özel hukuk alanına itilmişti. Ancak uygulamada “şeriata bağlı kadılar” egemen olduğundan kamu ve özel çıkarların çeliştiği durumlarda kadılar, şeriatın “karşılıklı rızaya dayalı olma” ölçütüne göre karar veriyorlardı. Bu kapsamda;

* Çıkar ve engelleme kavramları şeriat hükümlerine göre özel şahıslar lehine uygulanmaktaydı. Örneğin, yol işgalinin yasaklanması ile özel şahsa gelecek çıkar kaybı, cemaate (kamuya) verilen belirsiz zarardan daha önemli olmaktaydı.

* Şeriatın bireyi/cemaati (kamuyu), iktidarın kentsel hukuk düzenine karşı korumuş olması, doğal olarak devletin/iktidarın kentsel gelişmeyi planlı olarak yönlendirmesini olanaksız kılmaktaydı.

* Kamu alanı/kamu yararı kavramları hukuk sisteminde yer almıyordu. Dolayısıyla bir şehrin düzenlenmesinde gerekli olan kamulaştırma gibi araçlar yoktu.

Bunun yanında klasik Osmanlı toprak sisteminde kent arazilerinde özel mülkiyet esastı. Kentsel arazideki sınırlar çizimle değil yazılı tanımlamalarla yapılırdı. Özel ve kamu mülkünden birbirine aşamalı geçişi ifade eden “fina” kavramı vardı (yanlış yazmadım “zina” değil “fina”). Örneğin özel mülkiyetin önünde bulunan sokak parçası onun finasıydı ve mülk sahibi üzerinde geçici kullanım hakkına sahipti. Günümüzdeki sahil işgalleri başta olmak üzere kaldırımlara ve diğer kamusal alanlara yapılan saldırıları göz önünde bulundurursak, kamusal alana yönelik “zina” da diyebiliriz tabi.

İşgalin kendisine çıkar sağladığını ve cemaatin (kamunun) işgalden belirgin bir zarar görmediğini kanıtlarsa ya da “şikayet eden olmazsa” işgal hakkı uzun süreli hatta kalıcı olabilmekteydi. Doğal olarak şikayet eden komşu pek olmazdı çünkü benzer bir işgali kendisi de yapacaktı. O yüzden de Osmanlı şehirlerine bakarsanız, labirent gibi bir kent dokusu ve çıkmaz sokaklar görürsünüz.

Sevgili okurlar; burada sorulacak iki kritik soru olmalı.

Birincisi; bir yandan İslam Hukuku, bir yandan batının geliştirdiği ve birçok yönüyle İslam Hukukuna aykırı olan hukuk düzeni arasına sıkışan bir toplumun hangisini benimseyeceği hususundaki bocalaması kolay sonlanır mı?

İkincisi ise; yüzyıllar süren böyle bir geleneğin yerleştiği, hatta genetiğine işlediği toplumsal yapının bir anda dönüşmesini ya da bir anda kentsel hukuk ve yaşam kültürüne sahip olmasını bekleyebilir miyiz?

Acaba Mustafa Kemal ATATÜRK’ün ısrarla işaret ettiği “muhasır medeniyet seviyesi” ve bu sözün temelinde yer alan “sosyal belediyecilik anlayışı”, tüm bunlarla ilgili olabilir mi? Ne dersiniz?

Bu arada İlker Başbuğ Paşa’nın, Atatürk İlkelerini sosyal belediyecilik anlayışına dayandıran geçen haftaki konuşmasından çok şeyler öğrendiğini söyleyen Belediye Başkanımız Ahmet ARAS, bu yazıdan da bir şeyler öğrenmiştir diye umut ediyorum.

Şahane bir Pazar günü diliyorum.

Yazarın Diğer Yazıları
Yorumlar

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yukarıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.