Sözde bu hafta yazmayacaktım ama geçtiğimiz Pazar günü, Bodrum Belediyemizce Kumbahçe’de gerçekleştirilen Cumhuriyet etkinlikleri kapsamında Solo Türk gösterisinden hemen önce 100 oyuncuyla oynanan Çökertmeye Belediye Başkanımız o kadar güzel eşlik etti ve oynadı ki, göğsüm kabardı ve mutlaka paylaşmalıyım dedim.
Bizim Zalimcan bu aralar etrafımda çok dolanıyor. Geçen hafta Cumhuriyetin 100. yılını kutlamak üzere birlikte sesimiz kısılana kadar Bodrum meydanlarında bağırmıştık ya, yüz bulmuş olmalı ki geçen akşam yine kapımı çaldı. Cumhuriyetin 98. yılı için yazdığım bir yazımı üşenmemiş bulmuş ve önüme koydu. 100. yıl için güncellememi istedi. Kırmadım kendisini ve 2 yıl önce yazdığım yazıyı değerlendirerek 100. yılda tekraren yazmaya söz verdim.
Cumhuriyetin ilan edilmesinden kısa bir süre önce 13 Ekim 1923’de Osmanlı İmparatorluğunun başkenti olan İstanbul, “yabancı taklitçisi burjuvazi”nin bir simgesi olarak algılandığı için terk edilerek Ankara başkent ilan edilmişti.
Ankara’nın yeni yöneticileri, kapitalist gelişmeyi reddetmemişler ancak başkent Ankara’da “ulusal burjuvazinin” kültürünü ve yaşantısını kurmayı hedeflemişlerdi.
1935’li yıllara kadar benimsenen temel amaç; “Anadolu’daki kentlerde sağlıklı bir ortamın yaratılması için gerekli her türlü teknik ve sosyal alt yapı olanaklarının gerçekleştirilmesi” olmuştur. Hatta bunun için Anadolu geneline yayılan Şeker Fabrikaları ve Tekstil Fabrikalarında bir yandan üretim yapılırken, bir yandan da “Yerel Burjuvaziyi” oluşturmak için, bu tür sanayi üretim alanlarında batı müziğinin çaldığı sosyal tesisler yapılmıştır.
Ankara’nın yarışma ile elde edilen (1929) Jansen planından başka Anadolu’da birçok ilin planlaması, genellikle yabancı uzmanlarca gerçekleştirilmiştir. Cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye’de planlama yapan Wagner, Lambert, Prost, Reuter, Egli, Öelsner gibi batılı şehir plancıları, gerek kent planlamasının gerekse yerel yönetim anlayışının çerçevesini çizmeye çalışmışlardır.
Bu çerçeve içinde spekülasyonla mücadele vardır. Belediyelerin arsa politikası izlemeleri zorunluluğu vardır. Kent toprağından elde edilen rant gelirlerinin kentlere getirdiği ağır yüklere dikkat çekilmiştir. Ancak tüm bu uyarılar göz ardı edilmiş ve 1950’li yıllardan sonra Türkiye’nin doğusundan batısına doğru yaşanan yoğun göç dalgası adeta teşvik edilmiştir.
İşte bu göç dalgası, kentlerin planlamasında gözlenen ve kentlerde yaşanan sosyal-ekonomik-kültürel kargaşayı oluşturan temel nedendir. Nitekim açın Cumhuriyet tarihini ve 1950 sonrasında yaşanan siyasi anlayışa bakın. O yıllarda başlayan kayırmacılığın, kısır zıtlaşmaların ve teslimiyetçiliğin egemen olduğu, aklın ve bilimin ise yan cepte gezdiği bir Cumhuriyet Türkiye’sini reddetmek mümkün değil.
Cumhuriyetin 100. yılını yaşarken görülen tablo ise çok daha vahim. Kentlerimizin gelişmesi hakkında karar verenlerin Cumhuriyet ideolojisi yerine “rant ideolojisini” benimsediği ya da bu ideolojiye teslim olduğu gün gibi ortada.
Kısır siyasi çekişmeler içinde doğruları unutan ve gözünü “yok ederek hakim olma hırsı” bürümüş insanların kentlerimize hakim olmadığını iddia edebilir misiniz? Sadece karnını doyurma gayreti içinde olan ve kentlerin varoşlarında yaşayıp kentte ne olduğundan habersiz insanların duyguları üzerinden siyaset yapmayanlar var diyebilir misiniz ?
Kenti ve halk sağlığını hiçe sayarak “iş takibi” yapan, ya da zamanında alkışlarla onaylanan bir imar planıyla yeni açılan rant perdelerini araladıktan sonra aklı başına gelerek “iptal ettirelim” diyen çok bilmişlerin Belediye Meclislerinde bizim adımıza karar verdiğini görmüyor musunuz?
Hele Dünya’nın en güzel coğrafyalarından birinde “planlı olarak kaçak yapılaşan doğa ve toplum düşmanlarına” karşı geliştirilen yasal mücadelenin “görülen lüzum üzerine” tırpanlanmasına ne diyeceğiz?
Zalimcan yanıma gelip bir fincan kahve içtikten sonra giderayak kulağıma yüksek sesle bir şeyler fısıldadı. Uzak diyarlarda bir yerlerde, bir yandan Atatürk adının arkasından gülümseyen fakat öte yandan “yetkilerini ve gücünü ceketinin mendil cebine sıkıştıran Zübük’lerden” başka, “seçilmiş ama kent katillerine karşıymış gibi yapıp medya akrobatlarına şirinlik yapan aciz halk temsilcilerinden” söz etti ama doğrusu nereden ve kimlerden bahsettiğini de pek anlayamadım. Bir dahaki buluşmamızda belki ayrıntıları öğrenebilirim.
Evet sevgili okurlar, Cumhuriyetin 98. yılında sorulan bu sorular, 100. yılda da cevaplanamadı ne yazık ki. Bir yanda Atatürkçülüğü dogma haline getiren ve/fakat sadece slogan üreten “aydıncıklar”, bir yanda da Atatürk’ün “Çağdaşlaşma” adına tarif ettiği “Sosyal Belediyeciliği” yeni öğrenmiş ama yöresel oyunları muhteşem oynayan yöneticiler.
Bir yanda Atatürk’ün ilke ve devrimlerini peş peşe doğru sayamayan bir “marjinal gençlik”, bir yanda ise “Nutuk’la yöneticilik yapacağını zanneden çaresiz kimlikler”. Nutuk demişken, “şöyle projelerle, böyle projelerle şehrimizi şu sorundan, bu sorundan sonsuza kadar kurtaracağız” derken sadece imar durumu sormak ya da emlak vergisi ödemek için belediyeye gitmiş olan çığırtkanları da görmezden gelmemek lazım değil mi?
Atatürk’ün Cumhuriyet rejimi içinde kentlerde oluşturmaya çalıştığı ulusal burjuvazi ne hale gelmiş. Şöyle bir bakın bakalım etrafınıza, kentin önderleri (burjuvazi temsilcileri) kentleri için ne yapıyor. Şehir Plancıları, böyle bir yapı içinde kentlerimizin sağlıklı profilini hangi “doğrularla” çizebilir ki?
Hadi bir de şu soruya cevap verelim. Cumhuriyet Türkiye’ye yakışıyor da, Türkiye Cumhuriyeti kentlerinin 100. yıldaki görüntüsü Cumhuriyet’e yakışıyor mu?
Cumhuriyetin yaşandığı ve yaşatıldığı her yerdeki onurlu insanlara selam olsun…