19. Yüzyıla dek Osmanlı yönetimi kentlerin gelişmesini, batılı anlamda kent planlama ile yönlendirememiştir. Bunun temel nedeni; genelde İslam hukuku, özelde ise Osmanlı hukukunda görülen “şeriat” ve “örf” hukukundaki çatışmalardır. Şeriatta içtihat (yorum) kapıları 9. yüzyıldan sonra kapatıldığından devlet yönetiminin gerek duyduğu yeni ihtiyaçlara yanıt veren kararlar “örf hukuku” ile verilmiştir.
Şeriata uygunluğu Şeyhülislamlarca (bugünkü Diyanet İşleri Başkanlığı) onaylanan “örf hukuku” zaman içinde yalnızca bireyler arasındaki ilişkileri düzenleyen hale getirilmiştir. Ancak, uygulama şeriata bağlılık anlayışı ile yetişmiş kadılarca (bugünkü Hakimler) yapıldığından, kadılar kamu ve özel çıkarların çeliştiği durumlarda örf kararlarındaki sertlikleri, şeriatın “karşılıklı rızaya dayalı olma” ölçütüne dayandırarak yumuşatabiliyorlardı. Yani, komşunuz şikayet etmediği sürece kaçak inşaat yapabiliyordunuz.
Bu düzen 1840’lı yıllara kadar böyleydi ama Osmanlı sınırlarında denetimsiz yapılaşan kentlerde büyük ölçekli yangınlar çıkınca, bir takım hukuksal düzenlemeler kaçınılmaz oldu. Saray, tüm denetim mekanizmasına hakim olamayacağını anlayınca, Beyoğlu’ndan başlamak üzere “Belediye” birimleri oluşturmaya karar verdi ve 1857’de öncelikli olarak İstanbul 14 belediyeye bölünerek pilot uygulama Beyoğlu Belediyesi (Belediye 6. Dairesi) olarak başlatıldı. 1868’de ise 14 belediye dairesi tek bir merkeze bağlanarak, bugünkü adı İstanbul Büyükşehir Belediyesi olan “İstanbul Şehremaneti” oluşturuldu.
Şehremaneti’nin ve diğer belediye dairelerinin ayrı meclisleri oluşturuldu ama bu meclislerde yer alabilmek için, seçme ve seçilme hakkına sahip olacak kişilerde (kadınlar olamazdı elbette) “azımsanmayacak bir düzeyin üstünde emlak vergisi öder durumda olmaları” koşulu arandı. Nitekim bu dönemdeki belediye meclis üyeleri incelendiğinde önemli oranda gayrimüslimlerin olduğu görülmektedir, çünkü Osmanlı’nın yönetim tabakasında çok etkiliydiler. Örneğin Sakızlı Ohennes Efendi, Artin Dadyan Paşa, Eduard Blacque Bey, bunlardan bazıları.
Hikayenin bu kısmından, günümüze uyarlama yapıp bir şeyler anlaşılmıştır umarım. Hadi bir hikaye daha anlatalım da, tarih kısmını bitirelim.
Osmanlı kentlerindeki sokağın özel mülkiyetin önünde bulunan kısmı, onun “finâ”sıdır (evin önü anlamına gelir) ve birey, üzerinde geçici kullanım hakkına sahiptir. Finâ’nın (yani işgalin) ona çıkar sağladığını ve cemaatin işgalden belirgin bir zarar görmediğini kanıtlarsa ya da şikayet eden olmazsa (ki çoğu kez emsal oluşturacağından komşularca şikayet edilmezdi) işgal hakkı uzun süreli hatta kalıcı olabilmekteydi. Günümüze uyarlayınca size de tanıdık gelmiş olmalı. Örneğin sırf belediyeye para kazandırıyor diye “işgaliye komisyonu üyesi” olmakla övünen belediye meclis üyelerimiz bile var. Oysa mesele, işgaliyeyi ortadan kaldırmak ama kamunun malını koruyamayan bu yanlışı meşrulaştırmayı seçen belediye başkanlarımız bile var diye duyuyorum.
Yeni Türkiye Cumhuriyetiyle birlikte başlayan ve günümüze gelen süreçte gelişen “kent planlama anlayışı”, Cumhuriyetin kuruluşundan 1950’ye kadar, 1950-1980 arası, 1980-2003 arası ve 2003’den günümüze kadar ayrı ayrı incelenmeli. Her bölüm, Türkiye’nin tarihsel süreç içindeki gelişme anlayışını gösteren ilginç örneklerle doludur. Hepsini anlatmayacağız elbette ama 2003 yılından sonra, halen iktidar olan anlayışın ortaya koyduğu “kamu yönetimi reformu” adı altındaki gelişmeler, kitaplaşacak kadar ibretlik olaylarla doludur.
Çağdaş yaşamın gereklerini karşılamak için yerel idarelerin yetkilendirilmesi gerekliliğinden yola çıkıp, her konuda tek merkezin karar verici olmasına uzanan yolda yaşananlar, bugün acıyla karşıladığımız sonuçları önümüze koyuyor.
“Devlet Aklı” ve “Kamu İradesi” kavramlarının göz göre göre yakıldığı/yıkıldığı bir ortamda, kimi suçlayacağımızı arıyoruz. Oysa bugünkü acı tabloya biraz yukarıdan bakıp bulutları aradan sıyırdığımızda, her şey apaçık ortada aslında.
Kent planlama sürecinde, 1921 Anayasası yerel yönetimleri güçlendirmeye çalışırken “Bürokratik Cumhuriyet” anlayışını benimsemişti. 1924 Anayasası ile “Demokratik Cumhuriyet” geçişi denendi ama bürokrasi en büyük engel olarak karşı çıktı. 1982 Anayasası ile “Militarist Cumhuriyet” denemesi de başarılı olamayınca “Mutlakiyet Cumhuriyeti” zorlanmaya başladı sanki. Ama hep şu unutuluyor. “Toplumlar topyekün hazır olmadan, inanmadan, hiçbir kamu yönetim anlayışı kalıcı ve başarılı olamaz”.
Bugün içimizi kavuran sonuçlara, akıl ve bilim süzgecinden geçirelecek PLANLAMA ve LİYAKAT kavramlarıyla çözüm aramazsak, daha çok şahit olabiliriz.
AKIL, LİYAKAT VE PLANLAMAYLA DAVRANIN.. ACILAR O ZAMAN SİZDEN UZAK DURACAKTIR..