Narin henüz 8 yaşında bir çocuktu. Hayatının baharında olması gerekirken, onun adı şimdi derin bir sessizliğin simgesi haline geldi. Narin, yanlış zamanda, yanlış yerde bulunmuş, görmemesi gereken bir ayıbı görmüştü. Bunun bedeli, hayatını kaybetmesi oldu.
Ancak belki de onun ölümü kadar trajik olan bir başka gerçek, tüm bir köyün bu ayıba göz yumması, suçun ve suçlunun korunmasında sessiz kalmasıydı.
Köyde herkes Narin’in başına gelenleri biliyor, ayıbın detaylarına vakıftı. Yine de, toplumun üzerine çöken bu ağır suskunluk perdesi, hiç kimsenin konuşmasına izin vermedi.
Suçluyu ve suçu koruyan bu suskun dil, Narin’in ölümünün ardından da çözülmedi.
Bu sessizlik, Narin’in ölü bedeniyle birlikte yıllardır birikmiş olan onlarca sorunu tekrar gün yüzüne çıkardı.
Narin’in trajedisi, sadece bireysel bir vahşet değil; aynı zamanda feodal toplum yapısının kadına biçtiği ikinci sınıf konumu, siyasetin tarikatlarla olan karanlık ilişkileri, ve bu ilişkilerin kutsal aile yapısı gibi kavramlarla örtülmesinin bir tezahürü olarak karşımıza çıkıyor.
Toplumun üzerine çöken bu eski düzen, kadının sesini kısmış, onu ezmiş, susturmuş.
Aynı şekilde bu suskunluk, suçun ve suçlunun en büyük güvencesi haline gelmiş.
Toplumun sessiz kalışı, sadece Narin’i öldürenleri değil, aynı zamanda bu düzeni sürdüren zihniyeti de korur hale geldi.
Feodal yapının kıskacında kalan insanlar, her ne kadar gerçeği bilseler de, bu gerçeklerin dillendirilmesine izin vermediler.
Çünkü dillendirilen her gerçek, toplumsal düzenin sarsılmasına, kutsal aile yapısının ve toplumun bozulmasına neden olabilirdi.
Bu olayla birlikte gündeme gelen idam tartışmaları, sorunun temelini çözmekten çok, yüzeysel bir rahatlama sunar. İdam, bireysel cezalandırma getirse de, toplumsal suskunluğu çözmez.
Narin’in ölümü, sadece bir suçu örtbas eden bir köyün değil, tüm toplumun aynasıdır. Bu aynaya bakıldığında feodal düzenin, tarikat-siyaset ilişkisinin, kadına yönelik baskıların ve susturulmuş dillerin gerçek yüzü görünmektedir.
Narin’in trajedisi, bize sadece bir çocuğun ölü bedenini değil, aynı zamanda bu toplumda neyin yanlış olduğunu gösterir. Kuran kurslarındaki eğitimsizlik, siyasetin dinle kurduğu güç ilişkisi, kadınların ikinci plana atılması ve her şeyin suskunlukla örtbas edilmesi…
Tüm bu sorunlar, Narin’in masum hayatının bedeliyle tekrar gün yüzüne çıktı.
Bu olayın ardından yapılan tartışmaların birçoğu, sorunun köküne inmektense, bireysel cezalandırma üzerinden konuşuldu.
Ancak unutmamalıyız ki, Narin’in hayatını kaybetmesine neden olan sistem, yalnızca bir suçu işleyen birkaç kişiden ibaret değil.
Bu sistem, suskun kalan ve ayıpları görmezden gelen, bu düzenin devam etmesini sağlayan kolektif bir suçluluğun sonucudur.
Narin’in ölümü bize bir şey öğrettiyse, o da suçlunun sadece fail olmadığını, tüm bir toplumun sessizliğiyle bu suçun devam ettiğini göstermektedir.
Narin’in trajedisi bireysel bir olayın ötesine geçip toplumun en karanlık köşelerine ışık tutuyor. Feodal toplum yapısının köklü baskısı altında sıkışan kadınların sesi susturulmuş, adaletin yerini suskunluk almış durumda.
Narin’in ölümü, bu suskunluğu bozmamız gerektiğini hatırlatıyor.