Savaşın yürekleri yakan acı görüntüsünü Ukrayna’da, Filistin’de görüyoruz ve lanet okuyoruz. 21. yüzyılın teknolojisini düşündüğümüzde savaş sonrası, oralarda yaşayan halkların nasıl tekrar ayağa kalkacaklarını kara kara düşünüyoruz. Çok zor diyoruz, çok zor..
Peki hadi şimdi gelin 20. yüzyılın ilk çeyreğine, yani 1920’lı yılların Osmanlı coğrafyasına bakalım.
Saray, Osmanlı topraklarının büyük parçalar halinde kopuşunu seyretmekte. İşgalci ve sömürgeci batı devletleri, koskoca bir imparatorluğun topraklarına akbabalar gibi üşüşmüş. Dünyanın en güzel coğrafyalarından birinde, topraklar paramparça, topluluklar, aileler perişan. Yani bugünkü savaş alanlarından fazlası var, eksiği yok.
Birden sahneye o “Sarı Saçlı, Mavi Gözlü” dev çıkıyor. 1919-1938. Hepi topu 19 yılda neler yaptığını sadece bizim tarihimiz değil, dünya tarihi bile ezberlemiş. Nereden mi biliyorum? Taa Küba’da yapılan Atatürk heykelinden ve altında yazılan “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” yazısından.
1963 de, dönemin Amerika Birleşik Devleti Başkanı John F.Kennedy’nin “Çöküntü halinde bulunan bir imparatorluktan özgür Türkiye’nin doğması, yeni Türkiye’nin özgürlük ve bağımsızlığını şerefli bir şekilde ilan etmesi ve o zamandan beri koruması, Atatürk’ün Türk halkının işidir. Şüphesiz ki, Türkiye’de giriştiği derin ve geniş devrimler kadar bir kitlenin kendisine olan güvenini daha başarı ile gösteren bir örnek yoktur” sözünden, Franklin D. Roosevelt’in 1938’de söylediği “Benim üzüntüm, bu adamla tanışmak hususundaki şiddetli arzumun gerçekleşmesine artık imkan kalmamış olmasıdır” sözünden.
Fransız Sanerwin Gazetesinde çıkan “Atatürk öldü. Barış kubbesinin Doğu sütunu yıkıldı. Artık evrende barışı kimse garanti edemez. Nitekim Avrupalı devlet adamları; o’nun 1930’da yaptığı uyarı ve tavsiyeleri dinlememiş ve dünyayı 1939 yılında ikinci büyük savaş felaketinin içine sürüklemişlerdir” tespitinden.
Daha anlatayım mı? Ben anlatmayayım ama o muhteşem liderin çizdiği, hayata geçirdiği, temeline bir halkın kanını/canını koyduğu, o kadar uğraşıya rağmen 100 yıldır dimdik ayakta duran Cumhuriyetin 100 değerini, Türkiye’nin lider gruplarından birisi “Cumhuriyetin 100 değeri” serisi şeklinde önümüze koyuyor. Eğer vaktiniz uygun olursa, “100deger.koc.com.tr” internet adresine girip bir bakıverin derim.
Bence Cumhuriyetin 100. yaşını kutladığımız bu günlerde en anlamlı ve zengin anımsatma olmuş. Kültürden sanata, sanayiden tarıma, yaşam biçiminden eğitime, neler yapıldığını net bir şekilde önümüze seren bu anlamlı çalışmayla Cumhuriyet dediğimiz yönetim biçiminin ne kadar önemli kazanımları olduğunu görebiliyoruz.
Başka arayışlarda bulunmanın anlamsızlığı bir yana, burada en önemli soru şudur ki; “Cumhuriyet’in 100. yaş yılında biz neler yapıyoruz?”. Türkiye’de neler yapıyoruz, Bodrum’da neler yapıyoruz? Bu muhasebeyi yapmak gerekmez mi?
Cumhuriyet’in ilk 15 yılını bir şablon olarak önünüze koyup, geri kalan 85 yılı değerlendirseniz nasıl bir tablo çıkar ortaya acaba? Belki de her birimizin, her kurumumuzun, her yöneticimizin bu muhasebeyi yapması, bugünlerde en çok ihtiyaç duyduğumuz etkinliklerden birincisi olabilir.
Cumhuriyet sisteminin 1964’de kurduğu TRT gibi bir kurumun, Cumhuriyetin 100. yılında ne yaptığını tüm Türk halkının vicdanına bırakalım ama önce kendimize, sonra da yaşadığımız kente bakalım derim.
Bodrum Belediyesinin bu çerçevede organize ettiği etkinlikleri mutluluk ve gururla izliyor, teşekkür ediyoruz. Şarkı türkü söylemenin dışında dolu dolu ve anlamlı etkinliklerden oluşan zamanlar yaşanıyor bu kentte ve doğrusu Bodrum’a çok yakışıyor.
Ama Bodrum’a yakışmayanları da yazalım mı? Hadi yazmayalım. Şimdi Cumhuriyet kazanımlarıyla övünmenin, Cumhuriyet’i anlamlandırmanın, genç beyinlere ve savaşan toplum yöneticilerine Cumhuriyet bilincini kazımanın zamanı.
Haftaya Pazar, yani tam 29 Ekim günü yazmayacağım çünkü bizim Zalimcan’a söz verdim. Birlikte elimizde Türk Bayrağıyla Bodrum sokaklarında avazımız çıktığı kadar “Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti, yaşasın Cumhuriyet değerleri.. Kutlu olsun, güçlü olsun, daim olsun.” diye bağıracağız.