Çok sevdiğim Bodrum’lu bir büyüğümün söylediği ifade ile; “siyaset, geleceği öngörme sanatı olarak insan hayatına girmiştir”. Bu öngörü, toplumun topyekün kalkınmasını ve gelişmesini sağlayıcı nitelikte gerçekleşebilmesi için araçlar kullanmalıdır. En etkili aracın ise “Planlama” olduğunu sanırım tartışmayız.
Tam bir karmaşa içindeki hukuk düzenimizden ve planlamayı öngörü çerçevesinde yapamamamız nedenleriyle, nereye ne yapılacağını bilemez, yapılacak yatırımları kentlerimizin gelişmesine yönlendiremez hale geldik. Tüm bu koşullar altında dahi unutulmamalı ki; “planlama” sayesinde önümüzü görebilir ve gelişme yolunda adım atabiliriz.
1921 Anayasası ile “Yerel Yönetimlere ağırlık veren” çok önemli bir yönetim anlayışı değişikliğine gidilmesine rağmen, 1924 Anayasası bu modeli bırakmış, doğru başlayan uygulamayı kesmiştir. Dolayısıyla “Bürokratik Cumhuriyet’ten” “Demokratik Cumhuriyet’e” geçilememiştir.
Nitekim bu süreçte batı ülkeleri de, kökleri Fransız İhtilaline dayanan “Weberyen Yönetim Anlayışını” henüz terk etmemiştir. Max Weber bürokratik yönetimin ideal tip olduğu tezinde; “Tam gelişmiş bürokratik mekanizmanın üstünlüğü, makineyle yapılan üretimin mekanik olmayan tüm öteki üretim biçimlerine olan üstünlüğünün aynısıdır” benzetmesini yapmış ve bürokratik yönetim modeli ile; “Doğruluk, hız, kesinlik, dosya bilgisi, süreklilik, birlik, tam bağımlılık, sürtüşmenin ve maddi-kişisel maliyetlerin azaltılması”nın mümkün olacağını iddia etmiştir.
Ancak bürokrasinin ülkemizdeki bugünkü yapısını düşündüğümüzde, Weber’in savunduğu bürokratik süreci üstün kılan özelliklerin adeta kamu yönetim sistemimizin önünü tıkayan en önemli engelleri oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Bugün gelişmiş ülkeler, “Postbürokratik” sürecin de ötesine geçmişken (post-fordist süreç), Türkiye 150 yıllık tarihi birikimin dayatmasıyla ne yazık ki bu sürece mahkum olmuştur. Bununla birlikte 20. yüzyılın hemen başında Batıda gelişen “Pratik Kent Akımı”nın etkisiyle Türkiye’deki kent planlamanın bir yandan eylemci karakteri şekillenirken, bir yandan da yerel yönetimlerin yapısı tariflenmeye çalışılmıştır.
Ülkede başlayan sanayileşme çabaları kırdan kente yoğun bir göç akımına neden olurken, 1945 yılında toplanan Uluslararası Modern Mimarlar Kongresinde (CIAM) alınan kararların yansıması olarak Türkiye’de 1956 yılında İmar Yasası çıkarılmıştır. Çıkarılan bu yasayla planlamanın teknik ayakları tanımlanmış olsa da, planlamanın halkla bütünleşmesi gerçekleşememiştir.
Daha da kötüsü; planlama pratiğimizde “plancı-uygulayıcı-kentli” üçlüsü arasında olması gereken organik bağların kurulamayışı, hızlı kentleşme, spekülasyon, belediyelerin mali ve teknik yetersizlikleri gibi olumsuzluklar plancıyı ve planlamayı kent yönetimine ve kentliye tümüyle yabancılaştırmıştır.
Batıdaki katılımcılık ve girişimci belediyeciliğin etkileri ile, “Yeni Belediyecilik” anlayışı içinde, belediyelerin uygulama alanları genişlemiş, büyük ölçekli toplu konut alanlarının planlanmasına yönelik girişimler olmuştur. “Kentliye açık, kentliyle birlikte, demokratik yerel yönetim”, “Merkezi yönetimin yerel yönetimlere karışmalarının sınırlandırılması” gibi tartışmalar ağırlık kazanmıştır.
Değerli okurlar; başta Türkiye olmak üzere Bodrum’da da “Planlama” yanlış anlaşılmıştır. Planlamanın, betondan para kazanmak isteyenlerin talepleri doğrultusunda belediyeler tarafından onaylanan “rantın dağıtım resimleri” olduğu zannedilmiştir. Klasik imar planı çizim teknikleriyle tanımlanan yapılaşma koşulları, bir coğrafyanın nasıl yapılarla “doldurulacağını” tarif etmekten öteye gidememiştir.
Oysa şehircilik biliminin Türkiye’de yerleşmesini sağlayan önemli bilim adamlarından birinin söylediği gibi; “Bir kentin imar planı; o kentte yaşayan insanların layık oldukları düzenin yatay izdüşümüdür”.
Şimdi hepimiz birbirimize soralım. Bodrum insanı, sadece nasıl yapı yapılacağını tarif eden ve adına “imar planı” dediğimiz resimlerde görülen bir kentte yaşamaya layık mıdır? Yoksa Bodrum’un 3500 yıldan fazla olan tarihi ve kültürel birikiminin bıraktığı izleri yansıtan, doğası, mutlu insanları, yerel kültürüyle Dünyada örnek gösterilecek kalitede bir kent mi olmalıdır?
Bir mevsimlik süre için koyun çekmecelere tüm imar planlarını, Bodrum coğrafyasından söküp alın beton ve hafriyat kamyonlarını, havuzları doldurmayın bir mevsim, aksın gitsin dereler denizlere özgürce (ama takip edin coğrafyadaki izlerini), yağmurlar yıkasın tüm yapıları ve kirlenmiş kentin ayıplarını.. Sonra bakın bakalım elinizde kalan saf ve temiz bir kentin yüzüne. Ondan sonra her şeyi baştan ve tekrar konuşalım. Ne dersiniz?