Zalimcan’dan bir süredir ses çıkmıyordu. İki gün önce görüştük, meğer yaşadığı ağır gripten dolayı yorgan döşek yatıyormuş. Sesi de berbattı zaten. E tabi, bir gün Bolu Kartalkaya’da kar soğuğu, bir gün Ankara’nın ayazı, diğer gün İstanbul Adliyesi, aynı gün Fethiye Göcek Tüneli derken, olacağı buydu. Neyse sizler adına geçmiş olsun dileklerimizi ilettim kendisine. O haliyle bile bir dolu bilgi aktardı. Ancak kimin ya da kimlerin katlettiğini tartıştığımız 36’sı ÇOCUK olmak üzere 79 canımızın acısının dumanı hala tütüyorken, Zalimcan’ın büyüklere dair aktardığı masallar gözümde ve yüreğimde anlamını yitirdi.
Dolayısıyla bugün biraz duygusal tarafımız ağır basıyor. Öyle ya insan bedeninin dörtte üçü sudan ibaretse, geri kalanı da duygu olmalı. Sadece duygularımızın değil, gözümüzün, beynimizin ve tüm varlığımızın odağına oturtmamız gereken bir insan evresinden söz edelim istedik. Hatta belki de hep ıskaladığımız, nasılsa büyüyecek dediğimiz, aklına, fikirlerine, içinden geldiği gibi aktardığı çıkarsız duygularına gülümseyerek baktığımız ÇOCUKLARIMIZI konuşalım ne dersiniz ?
İlk soru; çocuklarımızı kimin, nerede ve hangi değer yargılarıyla yetiştirdiği meselesi olmalı. Çalışan/çalışmak zorunda olan anne ve babaların doğum izinlerinin bitmesiyle çocuklarını kime baktıracakları sorununu birçok kimse yaşamıştır. Anneanne ya da babaanneye asılsanız, aşırı şefkatten ve şımartılmış bir çocuk olmasından kaygılanırsınız. Parmak kadar çocuğu kreşe bıraksanız, her defasında ağlaya ağlaya eve dönersiniz. Haftada bir işyerinden izin alıp çocuğu hastaneye götürmek de cabası. Çünkü bağışıklık sistemi gelişmemiş olan çocuk, sürekli hasta olur. Velhasıl baştan aşağı sorun.
En güzeli avuç dolusu para verip bir bakıcı tutmak ve aynı zamanda eve bir dijital alet alıp, çocuğu onunla oyalamak. Bitmedi. Evin belli yerlerine kameralar yerleştirmeniz lazım ki, bakıcının çocukla olan ilişkisini denetleyebilesiniz. Sonuç ? Büyük oranda anne ve babanın kontrolü dışında, başkaları tarafından ve kirlenmiş bir insan soyunun yansımasını sunan dijital dünyanın yönlendiriciliğinde büyümeye çalışan bir çocuk.
Hep itiraz ettiğimiz; “toplumsal değerler” bakımından yeterince donatılamayan ve bireyci kimlikle yetişen bir çocuğun, doğadan/dostluklardan/toplumsal duyarlılıktan/gelenekler ve kültürel aidiyetten eksik kaldığı bir genç ve sonrasında da yetişkin olması. Ve en sonunda da böyle bir genç ve yetişkine verilen “seçmen kimliği”. Bu giriş ve gelişme bölümünü içeren hikayenin sonuç kısmını da siz yorumlayın. İster bu seçmen profilinin belirleyici olduğu yönetim biçimini eleştirin, ister toplumda yaşanan sıra dışı sorunların kaynağı deyin, isterseniz de “biz ne ara bu hale geldik” diye sorulan soruların cevabını verin. Sosyolojik bir masalın bölümlerinden bahsediyoruz yani.
Hani hep soruyoruz ya birbirimize; “ne olacak bu gençliğin hali, yiyip içip yatıyor” diye. Oturup düşünelim bakalım, BİZ bu işin neresindeyiz ? Acaba çocuklarımızın doğru yetişmesi meselesini kimi zaman öğretmenlerine, kimi zaman bakıcılarına, kimi zaman da arkadaş çevresine yüklemekte haklı mıyız ? Acaba çocuklarımızın “ahlaklı, vatansever, bilgili, şefkatli, vizyon sahibi, yaratıcı” olması için biz ve bizi yönetenler ne yapıyor ? Tam da Orhan Veli’yi anmanın sırası sanırım. “Ne atom bombası/Ne Londra Konferansı/Bir elinde cımbız/Bir elinde ayna/Umurunda mı dünya”. Lafın geri kalanının kime söyleneceğini sanırım hepimiz biliriz.
Küçük oğluma yıllar önce; “Atatürk’ün Cumhuriyeti sizlere emanet oğlum, onu korumak ve yüceltmek en öncelikli görevinizdir” dediğimde bana çıkışan bir ifadeyle söylediği şuydu; “Sizin ve büyüklerinizin beceremediği, eline yüzüne bulaştırdığı, sürekli adının arkasına saklandığınız Atatürk devrimlerini anlamamakta ısrar ettiğiniz, benim ve gelecekteki çocuklarımın da geleceğini kararttığınız bir ortamda, niye bütün sorumluluğu bize yüklüyorsunuz ? Atatürk ve Cumhuriyet için ne yaptığınızı önce kendinize sorun”. O günden sonra bir daha hiç bu ifadeleri kullanmadım. Çünkü BECEREMEDİĞİMİZ bir sorumluluğu, gelecek nesillere yüklemek adil değil.
Eğer belediye başkanı olabilseydim, en önemli projelerimden birisi de; ilk aşamada 5-12 yaş çağı çocukların bir araya gelip, hayal ettikleri Bodrum’u ve Türkiye’yi anlatabilecekleri/çizebilecekleri/tarif edebilecekleri bir çalışma/oyun/eğitim ortamı oluşturmak ve çıkan projeleri halkın beğenisine sunmaktı. Çünkü çocukların hayallerinin ve ferasetinin, kirlenmemiş ve aydınlık olduğunu biliyorum. Kim bilir, belki de biri bu düşünceye inanır ve bir gün gerçekleştirir. Ben de gidip gururla o çocukların başını okşar, “küçüklerden büyüklere masalları” dinleyebilirim.
Hepsi bu kadar değil elbette, başka neler yapılabileceğini ilerleyen yazılarımda paylaşacağım.
ÇOCUKLARINIZI ÖNEMSEYİN.. ONLAR HEPİMİZİN GELECEĞİ OLACAKTIR..
ÇOCUKLAR ORADA KALSINLAR
Çocuklar,
Bulut görmek istiyorlar…
Yakalayıp sevgiyi yükseklerde,
İncecik bir iple tırmanmak gibi,
Özgürlüğü okşamak istiyorlar…
Kuşları yakalamak ayrı bir zevk,
Hele hele kuşun kanadına yaslanmak…
Maviye belenmiş elleriyle,
Yüzlerini siliyorlar,
Ak… Pak…
El ele tutuşsunlar orada,
Biraz da beyazların üzerinden
Seyretsinler dünyayı…
Korku olmasın ceplerinde,
Kuru üzüm, fıstık ve leblebiden başka…
Çekip almayın yumurcakları,
Ağaçların dallarında biraz daha uçsunlar,
Nasılsa yere bastıklarında,
Büyümüş olacaklar…
Murat ÖZYABA 28.08.1989, Bursa